FOTOĞRAF AKIMLARI


Fotoğraf Akımları; Resmin egemenliğini aşan, doğayı ve yaşamı, fizik ve kimya yoluyla aktarma çabaları,
yaklaşık 165 yıl önce fotoğraf sayesinde kamuya duyurulmuş, el becerilerinin yerini araç almış,
fotoğraf makinesiyle birlikte gerçeklik yeniden üretilmeye çalışılmıştır. Çıplak gözle bakıldığında fark
edilmeyen birçok ayrıntı, optik ve kimyasal bir yöntem olan fotoğraf teknolojisiyle kâğıt üzerine
aktarılmıştır.

Fransız bilim adamı Joseph Nicephore Niepce’nin ilk kez bir görüntüyü çinko levhaya
aktarmasıyla başlayan süreç içerisinde, fotoğrafın bir anlatım yöntemi olarak resimle çok yakın bir
ilgisi olmuş, fotoğraf ve resim sanatı birbiriyle etkileşime girmiştir.

Empresyonist (izlenimci) ve realist (gerçekçi) tavrı fotoğrafa bırakan resim sanatı, yeni akımlar
(ekspresyonizm, sembolizm, romantizm, dadaizm, fütürizm, sürrealizm, pop-art vb.) geliştirmiş ve
zaman içerisinde fotoğraf sanatı da bu yeni akımlardan etkilenmiştir.

Fotoğrafçılar, başlangıçta nesnel bir yaklaşımla dünyayı kaydetmeye çalışmış, daha önce hiç
görülmemiş yerlerin ve yabancı insanların görüntülerini çekmişlerdir. Fotoğrafın, birçok çevre
tarafından gerçek dünyanın yansıması olarak düşünülmesi, bir belge olarak değerlendirilmesine yol
açmıştır. 19. yüzyılın ortalarına doğru, çağın hakim olan düşünce yapılarına, değer yargılarına ve
estetik anlayışına göre, realizm (gerçekçilik) akımı gelişmiştir. Realistlerin ana ilkesi, gerçekten ve
gerçeklikten ayrılmamaktır; bununla birlikte, insanın ruhsal gereksinim duyduğu görsel hazzı bir
yapıttan alabilmesi için estetik kurallara da önem verilmektedir.

Realizmin en önemli özelliği, gerçek olanı, gözle görülüp elle tutulanı tıpkı bir ayna gibi ifade
etmesidir. Realistler, bir sanatçının zengin ve görkemli dünyasını tasvir etmek yerine dünya
gerçeklerini gözler önüne sermeyi tercih etmişlerdir. Eserlerinde soylu sınıf dışındaki toplumsal
sınıflara da yer vermişler, sıradan insanların günlük yaşamından kesitleri ayrıntılarıyla göstermişler,
ayrıca doğayı tüm gerçekliğiyle betimlemeyi amaçlamışlardır.
Gerçekçilik, tarihin çoğu döneminde yaygın olarak kabul gören sanatsal anlayış olmuştur.
Tarih öncesinin mağara resimlerinden, Antik Yunan ve Roma sanatına kadar egemen olan gerçekçi
tutumdan ortaçağda uzaklaşılmış ve ekspresyonist bir tutum ağırlık kazanmıştır. Rönesans’la birlikte
gerçekçi yaklaşımlar tekrar kendini göstermeye başlamışsa da, Fransız Devrimi’nden sonra realizm bir
akım olarak ortaya çıkmıştır . Realist düşüncede en büyük gelişme, mekanik
yeniden üretim tekniği olan fotoğrafın bulunmasıyla yeni boyutlar kazanmış, dış dünyanın olduğu gibi
saptanması bir ölçüde mümkün olmuştur.

Realist akımda toplumsal yaşamdan seçilen ve gerçek dünyadan alınan konular, fotoğraflarda
gerçek dünyadaki ilişkiler düzenine uygun biçimde betimlenmekte ve gerçekte var olan bir nesne ya
da canlı varlık olarak tanınabilmektedir. Nesnel gerçekliği temel alan fotoğrafik gerçekçilik, doğal
gelişmesi içinde yaşamın gerçek karmaşıklığını ve tam içeriğini algılayıp yeniden ortaya koymaktadır.
Biçimsel estetiğin yerini gerçeğin tanıklığına bıraktığı gerçekçi fotoğraf sanatçıları arasında, Alfred
Stieglitz, Edward Steichen, Paul Strand, Henri Cartier Bresson gibi önemli isimler sayılabilmektedir.
Gerçeği arayıp bulmayı tutku haline getirmiş Stieglitz’in yanısıra, tüm tablolarını yakarak,
kendini fotoğrafa adayan Steichen, en gerçek görünümü elde etmek için, yaz boyunca fincan ve
tabağını, siyahtan beyaza kadar tüm tonlarda binden çok çekmiştir. Tam bir gerçekçi olarak ün yapan
Paul Strand’da bu devirde yetişen ünlü fotoğrafçılardan biri olarak tanınmıştır .
Ayrıca Edward Weston, Ansel Adams gibi fotoğraf ustaları da, fotoğraf makinesinin gerçeği kaydetme
yeteneğini kullanarak‚ zengin doku, detay ve mükemmel tonlamaları kaydetmişler, insan ve doğayı
gerçekle olan ilişkisini koparmadan fotoğraflamaya çalışmışlardır.

1950’lerle birlikte başlayan, Batı’da olduğu kadar Türkiye’de de büyük dergilerin yürüttüğü
gerçekçi foto-röportajlar, Anadolu’nun daha önce görülmemiş doğal güzelliklerini ve insanının
yaşamını, tüm gerçekliğiyle dolaysız biçimde aktarmaya çalışmıştır. Bu dönemin en önemli
dergilerinden biri olan Hayat Mecmuası, Anadolu gerçeğini aktaran fotoğraflara yer vermiş ve Ara
Güler, Ozan Sağdıç, Şemsi Güner, Yıldız Moran, Semiha Es, İnal Tengizman gibi usta fotoğrafçıları
yetiştirmiştir.

Dünyanın büyük bir bölümünü gezmiş ve foto-röportajlar hazırlamış Ara Güler, Türkiye’de
realist fotoğrafçılığın uluslararası alanda ün kazanmış önemli temsilcilerinden biri olarak kabul
edilmektedir. Güler, özellikle 1960 ve 1970’li yıllarda kırsal kesimden kentlere göç, işsizlik vb.
sorunlar nedeniyle toplumsal gerçeklerin üzerine gitmiş; göç olgusunun büyük kentte yarattığı sosyal
dramı lirik ve romantik bir dille aktarmıştır.

Türk fotoğraf tarihinin önemli kadın fotoğrafçılarından biri olan Yıldız Moran, fotoğraflarında
sosyal yaşam ve doğa temalarını işlemiştir. Genellikle kırsal kesimin yaşantısından kesitlerin
aktarıldığı sosyal içerikli kompozisyonlarında, insanın gerçek yüzünü açığa çıkarmaya çalışmıştır.
1970’li yıllarda Türkiye’nin karış karış gezilerek belgelenmesi anlayışı gelenekselleşmiştir.
Kırsal kesim insanını konu alan foto röportajları ile Fikret Otyam, gerçeğin olduğu gibi saptanması
inancına sahip olan Gültekin Çizgen, toplumsal gerçekçi ve belgeci tarzıyla İbrahim Demirel
çalışmalarıyla dikkat çekmiştir.

Duygusallığını fotoğraflarına en güzel biçimde aktaran Sami Güner, dünyanın pek çok
ülkesinde Anadolu yaşamının belgelendiği fotoğraflarını sergilemiştir. Ozan Sağdıç, kompozisyonun
özenle seçildiği Anadolu gerçeğini aktarmıştır . Ersin Alok Türkiye’nin doğal
görünümünü fotoğraflarken, Şemsi Güner Türkiye’nin pek çok bölgesini, kentini, köyünü
belgelemiştir. Bu isimlerin arasına Sabit Kalfagil, Nusret Nurdan Eren, Gülnur Sözmen ve İsa Çelik’in
yanısıra, Nevzat Çakır, İzzet Keribar, Mehmet Kısmet, Yusuf Tuvi gibi önemli fotoğraf sanatçıları
katılmaktadır.

Türkiye’de ve dünyadaki fotoğraf tarihine bakıldığında, realist fotoğrafın konusunu doğal ve
tarihi görünümlerin yanı sıra genellikle toplumsal sorunların oluşturduğu görülmektedir. Gerçekçi
fotoğraf sanatçıları, bu nedenle toplumdaki haksızlıklara, yoksulluklara, baskılara fotoğrafları ile
tanıklık etmişler ve sorunları belgelemişlerdir.

Realist akım,

fotoğrafın bulunuşundan günümüze kadar önemli bir yaklaşım olarak her zaman
etkinliğini sürdürmüştür. Bu yaklaşımın fotoğraf tarihi boyunca etkinliğini devam ettirmesine rağmen,
fotoğrafçılık her zaman diğer sanat türlerinden ve akımlarından etkilenerek yeni fotoğraf akımlarının
doğmasına neden olmuş, gerçekliğin aktarılmasında farklı yaklaşımlar görülmüştür.
Fotoğraf, gerçekliği belgeme özelliği nedeniyle diğer sanatlardan farklı bir yol izlemesine
rağmen, resimle fotoğraf arasındaki başlangıçtaki yakın ilişki, high-art (yüksek sanat) akımının
doğmasına yol açmıştır. Fotoğrafın diğer sanat türleriyle aynı değere sahip olmasını isteyen bir grup
İngiliz fotoğrafçı, 1850–1870 yılları arasında, çoklu baskı sistemini kullanarak resme benzer eserler
üretmişlerdir. Farklı negatiflerden tek görüntü, montaj veya aynı kâğıdın birden fazla pozlanması gibi
yöntemlerle görüntülerin gerçekliğini bozarak, yeni öyküler oluşturmak adına fotoğrafları çeşitli
şekillerde kurgulamışlardır.

Günlük hayattan kesitler sunan, ancak gerçekliği yeniden kuran duygu yüklü sembollere ve
ayrıntılara yer veren bu eserlerle, diğer sanatçılara fotoğrafın sadece teknik bir araç olmadığı
anlatılmaya çalışılmıştır. Özellikle, Thomas Couture tarafından yapılan ibadet resmine benzerliğiyle
bilinen, Oscar Rejlander’in 30 ayrı negatiften yaptığı birleşik fotoğrafı “Two Ways of Life” (Yaşamın
İki Yolu) resim ve heykellerle birlikte sergilenerek dikkatleri üzerinde toplamış ve fotoğrafik
gerçekliğin bozulması anlamında tepki çekmiştir. Bu dönemde, önemli eserler üreten diğer önemli
fotoğrafçılar arasında, şiirsel konuları benimsemiş William Lake Price ve Julia Margaret Cameron,
konusu İncil’den alınmış ve İsa’nın hayatı üzerine çok sayıda fotoğraf hazırlamış Fred Holland Day,
fotoğrafın duyguları resim kadar iyi bir şekilde aktarabileceğini göstermeyi amaçlayan Henry Peach
Robinson sayılmaktadır.

Çoğunluk sanatçısının, sanat hayatına ressam olarak başlayıp fotoğrafa geçmesi sonucu
oluşan, resim sanatını eskiye bağlı taklitçi yapısı high-art akımının sonunu getirmiştir. Bu akımının
dışladığı, sanatın katı geleneksel kurallarını kullanmayıp, kendi yetenekleri ve bakış açılarıyla
fotoğrafa yeni bir kişilik ve gerçeklik kazandırmaya çalıştığı fotoğrafçılar, sonunda pictorialist akım
içinde yerlerini almışlardır.

Pictorializm (resimsellik)

Estetiğin içerikten, fotoğraf içindeki uyum ve dengenin gerçeklikten daha önemli olduğu, 1880’lerden 1930’lara kadar etkili olmuş, resimsel ifadeyi
ön plana çıkarmış bir akımdır. Fotoğraflarda yumuşak tonlamalar ve ışık oyunları ile elde edilen
dramatik ve şiirsel çalışmalar bu anlayışın önemli bir özelliği olmuştur.
Pictorialistler, fotoğrafın kendi kuralları olan güzel sanatların bir dalı olduğunu
savunmuşlardır. Pictorializm, natüralizm ve empresyonizm gibi çeşitli kavram ve disiplinleri içeren
kapsamlı bir akım olarak kendini ispat etmiştir . Resim, gerçeğin ipuçlarını yakalayabileceği doğru bir
belge olarak fotoğrafı kullandığı gibi, fotoğraf da kendini bir sanat olarak kabul ettirebilmek için
resmin estetik ve görsel özelliklerini kullanmıştır.

Fotoğrafta renk, çizgilerin dengesi, içerik ve estetik önemli hale gelirken, konu seçimi, gerçek görüntülerden yola
çıkarak fotoğrafik öğeler arasında yaratılan uyum, çekim ve baskı aşamasında kullanılan teknik ve
estetik müdahale yöntemleri resimsel ifadeyi kuvvetlendirmiştir.
Pictorialistler, gerçek sanatın amacının, gerçeğin ve doğanın yeniden üretilmesi olduğunu,
gerçekte oldukları gibi değil, insan gözünün algıladığı gibi sanat ürünlerinde verilmesi gerektiğini
söyleyerek bu akımın mantığını açıklamışlardır . Katı geleneksel kuralları
kullanmaktan çok, kişisel ifade biçimlerini ve yeteneklerini ortaya koymuşlar, bu şekilde, ortaya
başkaldırıcı bir hareket çıkarmışlardır.

1902 yılında Alfred Stieglitz, New York’ta “Photo-Secession” adında bir grup kurmuştur.
Resimsel ifade aracı olarak fotoğrafı geliştirmeyi amaçlayan bu grup, yayın organı olarak fotoğraf
tarihinde oldukça önemli olan Camera Work dergisini çıkartmıştır. Alfred Stieglitz’in önderliğinde,
Clarence White, Frank Eugene, Gertrude Kasebier ve Edward Steichen gibi önemli isimlerden oluşan
bu grup, fotoğrafın kendine yetebilecek bir anlatım diline sahip olduğunu savunmuştur.

Rastlantısallığın değerlendirilmesi, doğrudan doğruya gerçeklikten yola çıkarak soyutlamalara
varmak, sıradanlığın estetiğini keşfederek, nesnenin özünü fotoğrafik olarak yansıtmak, gerek çekim
gerekse baskı aşamasında en az müdahale ile mükemmel teknik üstünlük şeklinde özetlenebilen “saf
fotoğraf” kavramı yine bu dönemde ortaya çıkmış, Photo-Secession üyeleri ve Camera Work
dergisinde yer alan sanatçılar 19. yüzyıldan 20. yüzyıla estetik bir köprü kurmayı başarmışlardır .
20. yüzyıl modern fotoğraf anlayışını oluşturan ve etkileyen ilkeler, bu dönemde oluşmaya başlamıştır.
Pictorializm temelini empresyonizmden (izlenimcilik) almaktadır. Konudan edinilen
izlenimden yola çıkarak yapıta ulaşmayı amaçlayan empresyonizm, resim sanatının fotoğraftan
etkilenerek, gerçeğin olduğu gibi tespit edilmesi yaklaşımıyla ilk örneklerini vermiştir.

1860’lı yıllarda Fransa’da ortaya çıkan empresyonizm, gerçekçi anlayışın resimdeki son
halkası olarak değerlendirilmiştir. Empresyonistler, romantikler ve gerçekçilerin anlatım biçimlerinden
farklı olarak, düşünce ya da görüntü olarak algılanan her şeyin insanda bıraktığı izlenimleri, aslına
benzerliği, tarihselliği ve duygusallığı içinde resmetmeyi seçmişlerdir.
Empresyonist sanatçılar dış dünyaya ait olanı; ışığı, renkleri, tepkileri, hüzünleri yansıtan anlık
konuları resmetmişlerdir. Bu akım ışık ile resim yapma olarak tanımlanmış, ışık, renk ve renk
kontrastlığı anlayışında devrim yaratmış, idealize edilmiş soyut ışık yerini gerçek ışık kaynağı güneşe
bırakmıştır. Konu ışık yansımaları arasında kaybolmuş, düzenleyici olan aklın yerini göz almaya
başlamış ve gördükleri gerçek renkleri resmetmişlerdir.

İzlenimciler, duyular dünyasına kendilerini bırakmış gibi görünseler de nesneleri oldukları gibi,
nesnel bir şekilde görmeyi amaçlamışlardır. Bu nedenle de, fotoğraf makinesini bir resim değil,
gerçeği daha iyi gören bir göz olarak kullanmışlar; böylece ‘görme’yi gösterebilmeye
dönüştürmüşlerdir . İzlenimciler için fotoğraf, burjuva yaşamının gündelik
gerçeklerine yaklaşabilmek ve ona nüfuz edebilmek için resme yardım eden bir belge olmuştur.
Burjuva ya da gündelik yaşamın içeriğinde sanki kendiliğinden, anlık bir amatör hatıra fotoğrafı
kalitesi, her an değişen, basit ve hemen yok olan bir gerçeklik varolmuştur . Akıma
ismini veren “İzlenim: Gündoğumu” adlı tabloyu yapan Monet, gündelik yaşamdan enstantaneleri
resmeden Manet ve resimde görülene sanki fotoğraf makinesinin vizöründen bakan Degas bu akımın
önemli temsilcileri arasında sayılmaktadır.

Fransız empresyonist ressamların, tabiatı olduğu gibi aktardıkları çalışmalarının kişisel
izlenimlerine dönüşmesi, fotoğraf üzerinde güçlü bir etkilenmenin ispatı olmuştur. Fotoğrafta da
anlamdan daha çok biçime önem veren izlenimciler, ayrıntıları yok edip yumuşak tonlar elde etmeye
çalışarak bu etkiyi güçlendirmişlerdir . Fotoğrafçılar, emprosyonistlerin
renkleri kullanışını taklit etmemişler, ancak ışığı kullanarak yumuşak geçişler yapmayı sağlamışlardır.
George Davison, yumuşak görüntü alabilmek için iğne deliği kamera kullanmış, Davison’dan
etkilenen Alexander Keighley empresyonist romantik yaklaşımı geliştirmiştir. Fransa’nın estetik
fotoğraf akımının üretken fotoğrafçısı Robert Demachy ise baskıya müdahale ederek fotoğraflarını
üretmiştir.

Photo-Secession içindeki empresyonistler arasında 1894’ten önceki ilk çalışmalarında
müdahale edilmiş öğelerden oluşan günlük görüntülerle Alfred Stieglitz, Amerika’nın önemli
izlenimcilerinden olan Rudolf Eickemeyer, izlenimci görüntüler elde etmek için çok çeşitli teknikler
denemiş Alvin Langdon Coburn, basit sahneleri ve arka planı karartılmış fotoğraflarıyla Clarence
White ve dağılmaya neden olan basit objektifleriyle doğa fotoğrafları çeken Edward Steichen
sayılabilmektedir. Modern empresyonistler arasında ise yumuşak tonları hareket ve manzara
fotoğraflarında kullanan Ernst Haas, filmin gren yapısına yönelik fotoğraflarda yumuşak tonlamalar
kullanan Sarah Moon ve fazla miktarda ışık düşürerek oluşan dağılmaları kullanan David Hamilton
gibi önemli isimler yer almaktadır.

Türk fotoğrafında izlenimcilik,

1960’lı yıllardan sonra gelişmeye başlamıştır. Bu tarz önceleri
yabancılardan esinlenme şeklinde olmuştur. Resimle fotoğrafı kaynaştıran Şahin Kaygun, Magie
Danon, yeni ve farklı tekniklerle ışığın öne çıkan ilginç kullanımıyla yapıt üretmişlerdir. Şakir
Eczacıbaşı da fotoğraflarında nesnelerin konturlarının eritilmesiyle yine ışığı ön plana çıkartarak
izlenimci tarzda çalışmıştır (Çellek, 2004:1).
Pictorializm, bir yanıyla empresyonist, diğer yanıyla da natüralist bir akım olarak kabul
edilmiştir.

Natüralizm (doğalcılık),

yaşamı ve doğayı birebir oranında kopya eden, gerçekliği görünüşü
içinde ele alıp derinindeki süreçleri anlamaya çaba göstermeyen bir anlayış olarak kabul edilmiştir.
Sanat yapıtında doğal gerçekliği hiçbir değişime uğratmadan, üsluplaştırıp ülküselleştirmeden
betimlemeyi amaçlayan anlayış olan natüralizm, gerçekliğin çirkin ya da güzel oluşuna
aldırmamaktadır .19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında ortaya çıkan
sanat ve edebiyat akımı natüralizm, o dönemdeki doğa ve pozitif bilimlerin deney ve gözlem
yönteminden etkilenmiş, nesnelerin olduğu gibi betimlenmesi anlayışı bu dönemde iyice önem
kazanmıştır.

Başlangıçta fotoğrafçılık, makinenin detayları ve dokuyu naturalistik bir şekilde gösterme
yeteneği nedeniyle resme bir tehdit olarak algılanmıştır. Bu gelişme 19. yüzyılın sonlarında gerçek
bilgiye duyulan ihtiyaçla aynı döneme rastlamıştır . Natüralizm akımı, yaşamın her
biçim ve düzeyinin bir ifadesi olmuş, doğayı en güçlü ve en yoğun haliyle yeniden temsil etmiştir,
ancak doğanın ideal güzelliği fikrini kabul etmemiştir. Sanattan çok yaşama yakın olan bir anlatıma
sahip olan natüralizm, realizm akımını pekiştirmiş, yeni konular ortaya çıkararak gerçekçiliğin
zenginleştirilmesine neden olmuştur.

Doğanın gerçekliğiyle ilgilenen ve en önemli natüralistlerden biri olan İngiliz Peter Henry
Emerson, sahtelikten uzak gerçek görüntüler kullanılması gerektiğini, ressamların metotlarını taklit
etmenin kabul edilemez olduğunu, dikkatli ve sanat kurallarına uygun kompozisyonlar oluşturulması
gerektiği görüşünü savunmuştur. Ayrıca fotoğrafçı hızlı çalışmalı, anında düşünmeli, mümkün olduğu
kadar görülene yakın ve saf fotoğraflar için çoklu baskı ve diğer müdahale yöntemlerinden
kaçınmalıdır . Emerson’un etkisi daha sonra pek çok fotoğrafçıda da görülmüştür.
Bunlar arasında Frederic Evans, Alfred Stieglitz, Paul Strand, daha sonra doğrudan
fotoğraf hareketinden Andre Kertesz, Eugene Smith ve Henri Cartier Bresson sayılabilmektedir.
Gültekin Çizgen’e göre, doğrudan fotoğrafın gücü gerçekliğine yaslanmaktadır. Bugün
doğrudan fotoğrafta “gerçekçilik” olarak anlaşılan, var olanın olduğu gibi aktarılması, taklit edilmesi
değil, onun bir sanatçı yorumuna kavuşturulmasıdır . Gerçeğin özünün yoğunlaştığı
doğrusal fotoğraf, soyutlanmış sübjektif tarzı kabul etmemektedir.

Natüralizm, pictorial fotoğrafçılığa yeni bir yaklaşım türü olarak kabul edilmiş, high-art ve
pictorial fotoğraflardan daha çok yoruma açık olmuştur. Aslında, high-art, photo-secession,
empresyonizm ve natüralizm genel olarak pictorializm akımının içerisinde toplanabilmektedir.
Dış gerçekliğin ışık/gölge, oranlar, renk değerleri ve karakterleri içinde yansıtılmasına yönelik
natüralist yaklaşım, içinde filizlenen gerçeklik ve yeni gerçeklik doğrultusunda uzunca bir yol almış,
bu dönem ustaları kendi yeteneklerini, fotoğrafın sınırları içinde ya da sınırlarını zorlayarak kabul
ettirme çabası içine girmişlerdir.

Doğrudan fotoğraf ve “Yeni Gerçekçilik”

1920’ler civarında pictorializmin ardından ortaya çıkan temel hareketlere verilen isimler olmuştur. High-art’ın kurgu ve resme benzer konularından
kurtulan bir grup fotoğrafçı, modern sanatın etkisiyle daha gerçekçi ve ayrıntılı görüntü üretmelerinin
sonucunda bu tarz çalışmalar doğmuştur . 1920 yılında Almanya’da Ekspresyonizme karşı tepki olarak doğan
yeni gerçekçilik, eşyanın gerçeğini, ışık ve gölgeden yoksun keskin çizgilerle vermeyi amaçlamıştır.
Nesnelerin seçilmiş olması, karanlık oda ve baskı kalitesinin artmış olması, ışığın sanatçılar tarafından
iyice gözlenerek seçilmesi bu akımın başlıca özellikleri arasında kabul edilmiştir.

Bu dönemde özellikle mimari detayların yanı sıra makine ayrıntıları, doğa çalışmaları, bitki doku veya biçimleri fotoğraflanmıştır.
Ansel Adams ünlü zone sistemini bu dönemde geliştirmiş, nesneler üzerindeki ışığı ve tonları, daha çekim yapmadan
önce ayrıntılarıyla incelemek ve sonuç görüntünün nasıl olacağını kavrayıp, ona göre pozlama, banyo
ve baskı işlemlerini belirlemek mümkün olmuştur.

1917’den itibaren bu tarz fotoğraflar çekmiş olan Paul Strand ve Charles Sheeler gibi
fotoğrafçılar çalışmalarıyla New York’da “Yeni Gerçekçi” olarak anılmaya başlamıştır. Modern
Avrupa sanatından etkilenmiş olan Strand, yalın fotoğraf elde etmek amacıyla, yakından çekilmiş taş
yığını, köy evi sundurması, bitki detayları gibi yarı soyut denebilecek konuları fotoğraflamıştır
1924’ten sonra Avrupa’da yalın fotoğrafçılık anlayışını geliştiren “Yeni
Objektiflik” ismiyle bir hareket gelişmeye başlamıştır. Doğal ve insan tarafından yapılmış objeleri
fotoğrafta bağımsız olarak kullanmanın yollarını arayan Alman fotoğrafçı Albert Renger-Patzsch,
fotoğrafçının fotoğrafın sınırları içinde kişiliğini katmadan, fotoğrafı resme benzetmeye çalışmayan
sabırlı bir araştırmacı olması gerektiğine inanmıştır. 1932 yılında Edward
Weston ve bir grup fotoğrafçının (Ansel Adams, Imogen Cunningham, Willard Van Dyke dahil olmak
üzere) yer aldığı Grup f: 64, yalın fotoğrafa son şeklini vermişlerdir. Bu grubun fotoğrafta gerçekçi
tavrın yaygınlaşmasında büyük etkileri olmuştur.

II. Dünya Savaşı sonrasında ‘gerçekçilik’e yönelme eğilimi, sanatta bir geriye dönüş olarak
algılanmamıştır. Tam tersine, gerçeğin-görünenin hiç yapılmadığı kadar yorumu yapılmış, ‘gerçek’
kavramı sorgulanmıştır. Bu dönemde ‘Yeni Gerçekçilik’in ortaya çıkışı yeni bir dünyanın kurulması
için gerekli çaba ve heyecanı ifade etmiştir. Yeni gerçekçi hareketin içinde belgeselciler ve
romantikler olmak üzere başlıca iki eğilim dikkati çekmiştir . Belgesel fotoğraf
üslubu, fotoğrafın keşfinden bugüne dek yoğun ve etkili olarak kendini hissettirip, her sanat akımına
kaynaklık etmiş ve buna bağlı olarak da içeriği en çok tartışılan anlayış olmuştur .
Temelini gerçekliğin yansıtılmasından alan belgesel fotoğraflarda, teknik, estetik ve içerik üçgeni
başarılı bir şekilde kullanılmış ve fotoğraf sanatı tarihine eşsiz eserler kazandırılmıştır. Amerikan
Çiftçi Birliği adına fotoğraflar çeken Dorothea Lange, sosyal belgeselcilerden Lewis Hine, Jacop Riis,
Eugene Atget, gerçeğin yalnızca bir kısmını yakalayarak, dünyayı değiştirmeye kalkmadan yalnızca
onu tanımak ve yansıtmak isteyen Robert Frank, Lee Friedlander, Garry Winogrand, Brassai ve Diane
Arbus sayılabilmektedir.

19. yüzyılın ilk yarısında kendini göstermeye başlayan romantizm, İngiliz ressamlarının doğa
ve insan sevgisi, tablolarındaki gizemli ifade, dönemlerinin gereği insan hakları düşüncesiyle
birleşerek bu akımın gelişmesini sağlamıştır. İngiliz William Turner, doğanın gerçek görünüşünü
resmederek insan ruhu üzerindeki etkilerine dikkati çekmiştir. Romantik sanat,
gerçekleri yansıtma yerine duyguyu temel almış, güzellikten çok ifadeyi ön plânda tutmuştur.
Romantizm, 19. yüzyılda ticari olarak portre fotoğrafı çeken stüdyolarda, doğal görünümlerin
yerine dekorlarla yapılan çekimlerde kendini göstermiştir. Üslup olarak photo-secession ve
empresyonizme yaklaşmakta olan bu akım, kişilerin duygusallığını ön plana alarak, ruhsal
çözümlemeler, zarafet, coşku ve büyülü etkiler, baskıda müdahale, romantik efektlerle, resimsel soft
çalışmalar üretmiştir. Biçimsel anlatımlar, 1920 ve 1930’lu yıllarda moda dergilerinde en üst seviyeye
yükselmiştir.

Yerini realizme bırakmış olan romantizmin öncüleri arasında, öncelikle yumuşak ışık
kullanılarak çekilen kadın ve çocuk fotoğraflarıyla Gertrude Kasebier, fotoğraflardaki kişilerin gerçek
olamayacak kadar romantik bir incelik ve zarafet duygusu bıraktığı Clarence White, kurguları
sürrealizm vb. akımlara referans oluşturan Cecil Beaton gibi sanatçılar sayılabilmektedir. 1950’lerden
itibaren ise ünlü kişileri fotoğraflayan Yousuf Karsh, özellikle romantik genç kız fotoğraflarında
uzmanlaşan David Hamilton, Viktorya dönemine benzer romantik moda fotoğrafları çeken Sarrah
Moon gibi çağdaş sanatçılar dikkat çekmektedir.

Natüralizm ve empresyonizme bir tepki olarak doğmuş olan ekspresyonizm (dışavurumculuk
ya da anlatımcılık), sanatçının birey olarak duygularını anlatarak dışa vurması olarak ifade
edilmektedir. Ekspresyonistler, dış dünyanın nesneleri ya da olaylarıyla ilgilenmekte, nesneyi
parçalayıp onun arkasındaki gerçeği yakalamak istemektedirler.

20. yüzyıl başlarında İskandinav (Norveç, İsveç) ve bazı Alman sanatçılarının oluşturdukları
ve geliştirdikleri bir sanat hareketi olan ekspresyonizm, çağının psikolojik, ekonomik, politik ve dinsel
sorunlarını, insanı ve yaşamın dramını dile getirmeye çalışmıştır.
Duygusal ve öznel bir dünya görüşüyle belirlenen bireysel ilişkiler ve güçlü duygular en güç,
en kaygılı, en acılı ya da trajik yanlarıyla ekspresyonizmin özünde yer almış, abartılmış renklerle ve
çarpıtılmış biçimlerle anlatılmıştır.

Ekspresyonist fotoğraf sanatçılarından birisi olan Wols, akımın
etkisinde kalarak yaptığı “Ohne Titel” başlıklı 10 fotoğraflık çalışmasında, bebeklerin bozulmuş
görüntüleri yer almıştır. Hans Bellmer de daha çok deforme edilmiş bebek fotoğraflarıyla tanınmış,
çalışmalarında hem sürrealist hem de ekspresyonist boyutu birlikte görülmüştür (Özdemir, 1999:16).
Joel Peter Witkin’in fotoğraflarında, hem sürrealist hem de ekspresyonist özellikler bulunmakta,
mitolojik figürler, dinsel simge ve kompozisyonlar, ölüler, özürlü insanlar, deformasyon, ahlak dışılık
ve çirkinliklerle dolu düşsel bir atmosfer yer almaktadı. Belgesel fotoğraf alanında
son dönemde yaptığı foto-röportajlarla adından söz ettiren Sebastiao Salgado’nun fotoğraf
çalışmalarının da içeriksel ve biçimsel düzeninde, politik ve ekonomik sorunları incelemesi ve bazı
fotoğraflarında dikkati çeken koyu tonlar ekspresyonist yaklaşımın izleri olarak görülmektedir.
Türk fotoğraf tarihinde önemli bir yere sahip olan Bahaettin Rahmi Bediz’in, yaşadığı
dönemin aydın ve sanatçılarıyla yaptığı portre çalışmalarında ise, yetkin bir “Ekspresyonizm” vurgusu
bulunmaktadır. Çektiği her karede, yaratma güdüsü, ritmi, duygu, düşünce ve düş dünyası arasında
kurduğu denge dikkat çekmektedir (Çınar, 2005:1).

1885 yıllarında, edebiyatta gerçekçiliğin, empresyonizmin aşırı gitmelerine bir tepki olarak,
sembolizm akımı gündeme gelmiştir. Bu akıma göre, sanatçılar doğadan ve yaşamdan alınmış
sembollerle düşüncelerini, görüşlerini dışa vurmuşlardır . Görünenin altındaki gerçek
anlamları mantıklı bir biçimde dışarı vuran bu yaklaşımda, öncelikle bir düşünce olmalı ve bu düşünce
sembollerle anlatılmalıdır. Öznel bir yaklaşım olan sembolizmde nesne, nesne olarak değil, öznenin
algıladığı şekilde bir düşünceyi dışarı vurmakta, sanatçının iç dünyasında her şey son şeklini
almaktadır.

Semboller, dışavurumcu fotoğrafçılar kadar belgesel fotoğrafçılar tarafından da kullanılmıştır.
Robert Frank’ın Amerikalılar çalışmasında, Bill Brandt’ın İngiliz orta sınıfına ait fotoğraflarında
sembol olmuş görüntüler ve yaklaşımlar bulunmaktadır . Ayrıca, Minor White,
Wynn Bullock, Harri Callagan ve Paul Caponigro bu akım içinde yer alan önemli isimlerdir.
20. yüzyıl sanatında devrim sayılmakta olan kübizm ise kendisinden önce gelen sanatsal
akımlardaki doğayı olduğu gibi tekrarlamanın ötesinde hareket etmiştir. Sanatta yaratma eylemi, tam
anlamıyla özerk bir olay haline kübistlerce getirilmiştir . Empresyonist akıma bir
tepki olarak görülebilen kübizm akımının sanatçıları empresyonizmdeki renk oyunlarını bırakarak,
varlıkları geometrik biçimler olarak resimlemişlerdir. Kübizm akımının üçüncü boyutu, tuvalin
üzerine perspektif olmadan getirebilmesi temel özelliği olmuş, cisimler parçalanarak, öne arkaya
katlanmış ve açılmıştır.

Konularını ilişkili olabileceği her türlü öğeden, dışsal yapıdan uzak, öncelikle belli bir fiziksel
varlığa sahip bir nesne olarak yorumlayan kübizm sanatçıları, rahatça çalışabilecekleri objeleri
seçmişlerdir. Düşünce biçimleriyle değişmekte olan gerçek dünyayı konu almalarına rağmen,
objelerini gerçeklikten bağımsız olarak incelemişlerdir.

Kübizm akımından etkilenmiş fotoğrafçılar, hayata hem gerçek hem de soyut anlamda farklı
açılardan baktıklarını göstererek, farklı ya da aynı kareleri üstüste ya da yanyana basıp çeşitli kolajlar
oluşturmuşlardır. Kübist sanatçılar, fotoğrafları çeşitli parçalara ayırmış, sonra da bu parçaları yeni bir
kompozisyon içinde tekrar birleştirmişlerdir. David Hockney’in kolaj çalışmaları bu akımın önemli
eserlerindendir.

Fütürizm (gelecekçilik),

20. yüzyıl başlarında, Kübizm’e tepki olarak ortaya çıkmış, dış dünya
gerçeklerini bir tarafa bırakarak, iç dünyayı aktarmıştır. Bunun yanı sıra makineleşen çağdaş
uygarlığın en önemli öğeleri olan hız ve hareketi, dolayısıyla dinamizmi sanata getirmeyi
amaçlamıştır.

Önceki akımları hareketsiz bulduklarını, aksine gerçek hayatın hareketli ve dinamik olduğunu
söyleyen fütüristler, soyut bir anlayışla, hareketin bir süreç içindeki eşzamanlı değişik görüntülerini,
bir araya getirmeye çalışmışlardır. Fütürizmi geleceğin sanatı olarak görmüşler ve yaratıcılığı boğan
geleneğe karşı olmuşlardır. Durağan ve donmuş görüntülerin hiçbir zaman doğal olmadıklarını
söylemişler ve fotoğrafta hareketin karmaşıklığı, gerçeği ve ritmini vermeyi amaçlamışlardır. Fütürist
bir sanatçı olan Giacomo Balla, bir olayın arka arkaya gelen evrelerini tek tek saptayan
“kronofotoğraf” tekniğini kullanmıştır. 1912 yılında ürettiği “Keman Yayının Ritimleri” isimli
fotoğrafta, hareketin çözümlenişi görülmektedir.

Bragaglia’nın “Fotodinamizm”

Olarak adlandırdığı fotoğraf çalışmaları da fütürizm içerisinde
oldukça önemlidir. Bu çalışmalarında amacı, zamanındaki birçok sanatçı gibi, hareketin
karmaşıklığını, ritmini, gerçeği ve maddeleşmekten ayrılmayı yansıtan görüntüler üretmek olmuş,
hareketin dinamik kaydını gerçekleştirmek amacıyla uzun poz süreleri kullanmış.
Fütürist akım Andy Earl, Eric Staller, Jhon Starr, Jacques Henri Lartiques, Barbara Morgan
gibi ünlü fotoğrafçıların çalışmalarında görülmektedir. Türkiye’de ise Şakir Eczacıbaşı’nın
fotoğraflarında hareket ve dinamizm izlenmekte, bu dinamizme flu görüntüler eşlik etmektedir.

İnsan aklında çağrışımlar oluşturan, düşündürücü, bakan kişiyi kendisine çeken fotoğraflar
üretmeye çalışarak kübizmin ardından yeni deneyler yapan fotoğrafçılar, gerçeğin dışında soyut
çalışmalar üretmeye başlamışlardır. Fransa’da doğan non-figüratif, non-objektif gibi isimlerle de
anılan soyut sanat, fotoğrafta doğada rastlanan gerçek varlıkları betimlemeyen bir anlayış olarak kabul
edilmiştir. Bu anlayışla üretilen fotoğrafta genelde fiziksel gerçekliklere gönderme yapılmamakta,
dolayısıyla da, fotoğrafın içerdiği görsel öğelerin gerçek varlıklar olma zorunluluğu bulunmamaktadır.
Soyut sanat, gerçekliğe bağlı kalmayı aşarak, zihinsel bilgiyi temel alan ya da bilgiyi tümüyle
dışlayan bir yaklaşımdır (Arat, 1989:162). Nesnel gerçekliğin bulunup, çıkarılması, işlenmesi ve
sergilenmesi toplumcu gerçekçiliği savunan her sanatçının doğrusal yönü olarak kabul edilmiştir.
Ancak, doğrunun koordinatlarından sapma gösterdiği yer soyut sanat alanı içine girmektedir. Soyut
kısmın yapıta bakan kişilerce şekillendirilmesi de tekrar somutlama olarak görülmektedir (Halis,
1987:46). Bu şekilde, fotoğraf sanatında yansıtmacı geleneğin dışında, biçimsel bozulma, renk
varyanyonları, doku ve detay çekimlerinin yanı sıra kolaj, montaj vb. tekniklerle soyut sanat dönemi
başlamıştır.

Man Ray, Jon Heartfield, Aleksandr Rodchenko, Mohaly Nagy gibi yeni teknik arayışlarında
bulunan sanatçıların yanı sıra Andre Kertesz aynalarla distorsiyona uğrattığı nü çalışmaları ile Ralp
Gibson sert ışık ve gölge formları ile insan detaylarında soyut anlatımlara gitmiştir. Rene Burri renkli
fotoğraflarda geometrik biçimleri yarı soyut bir anlayışla resmetmiştir. Franco Fontana, biçim ve
nesnelerle renk abstraksiyonuna gitmiştir. Christian Vogt insan ve özellikle nü çalışmalarında
soyutlamaya giderek özgün çalışmalar ortaya koymuştur (Karadağ, 1989:172).
Türkiye’de ise, Şahin Kaygun çalışmalarında soyut sanatla öznel öğelere dayalı anlatımcılığın
birleştiği çalışmalar üretmiştir. Deneysel fotoğrafın gelişmesine öncülük eden Ahmet Öner Gezgin,
80’li yılların başında bu anlayış biçiminin en önemli temsilcilerinden Nuri Bilge Ceylan, Adnan Ataç,
Emine Ceylan, Ali Rıza Akalın, Tuğrul Çakar sayılabilmektedir.

İnsanlığı karamsarlığa, karmaşıklığa, ümitsizliğe iten I. ve II. Dünya savaşları dada akımın
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dadaizm, 20.yüzyılın ilk çeyreğinde burjuvaya ve tüm ahlaki,
sanatsal ideolojik kurumlara karşı olma, eleştirme bağlamında kendini göstermiştir. 1930’larda Hitler
rejimini eleştiren John Heartfild’in Anti- AIZ dergisinde yaptığı kolajlarda oldukça ünlüdür. Sıradan
nesneler gerçek kimliklerini kaybederek yeni ve farklı yapılara dönüştürülmüştür. Marcel Duchamp’ın
yapıtlarında bir bisiklet tekerleğini bir iskemlenin üstüne yerleştirdiği yapıtı, tuvaletlere “su kaynağı”
adını taktığı çalışması, şişe kurutmaya yarayan bir makineyi bir sütun tabanı üstüne oturttuğu yapıtı bu
dönemin önemli eserlerinden olmuştur.

New York’ta dada hareketleri fotoğraf sanatçısı Alfred Stieglitz’in gerçekliği olduğu gibi
kaydetmenin ötesinde olan girişimleriyle başlamıştır (Özdemir, 1999:17). Berlin dadacıları John
Heartfield, George Grosz ve Raoul Hausman çeşitli fotomontajlar yaparak, hayali olanla çeşitli
zamanlarda yaşanan gerçekleri bir araya getirmeyi amaçlamışlardır.

Almanya’nın Dessau kentinde kurulan Bauhaus bu sanat düşüncesinin uygulanması ve
yaygınlaşmasında önayak olmuştur. Almanya’da Naziler işbaşına gelinceye dek yaşamını sürdürmüş
ünlü sanat okulu Bauhaus’un önemli temsilcileri arasında Paul Klee, Wassily Kandisky, Laszlo
Moholy-Nagy gibi dadaistler sayılabilmektedir.

Dadaizm sürrealizmin habercisi olmuş bir akımdır.

Empresyonizm ve kübizmden sonra yaygınlaşamaya başlayan, ruhbilim kurallarına dayanan
sürrealizm (gerçeküstücülük), bilinçaltı gerçeklerinden yola çıkmaktadır. Sürrealizm, 1920’li yılların
başında Fransa’da ortaya çıkan bir sanat akımıdır. Viyanalı psikiyatrist Sigmund Freud’un başlattığı
psikanaliz verilerine dayanan bu sanat görüşü, cinsel güdüler ile ölüm korkusu ve yaşam
içgüdülerinden gelmektedir. İnsanın bir anlamda anlık ruhsal çelişkileri, karşı çıkmaları ve buna
benzer tepkileri sanata yansımaktadır. Sürrealist sanatçı, dünyayı kendi iç dünyasında yeniden kurarak
dışarıya yansıtmaktadır ve bu akıma göre her şey mümkündür, herkes sanatçı olabilmektedir.
Bilinçaltındaki sürrealist görüntüler, hayallere ve fantezilere dayanmakta, ancak maksimum
gerçeklik ve detaylarla ifade edilmektedirler. Bu anlatım şekli, fotoğrafı en uygun araç haline
getirmektedir.

Fotoğrafın detayları kaydedebilme yeteneği, gerçekliği ve doğruluğu, fantezilerin
gerçekmiş gibi algılanmasını sağlayabilmektedir. Ayrıntıyı kaydedebilme
yeteneğiyle sağlanan, inandırıcılıkla doğruluk sanısı yaratılıp fanteziler gerçekmiş gibi
algılanmaktadır. Gerçek ve fanteziyi birleştiren, bu yolla kusursuz gerçeklik içindse yayılmış bir
biçimde sürrealist nesneler bulunmaktadır. Sürrealizmde her şey mümkün görülmektedir. Sürrealist
fotoğraf, şiir ve oyunlarda olduğu gibi imkansızı gerçek yapmaktadır (Özdemir, 1999:18).
Sürrealist sanatçılar çekim teknikleri ile görüntüye müdahale ettikleri gibi çoklu baskı,
boyama ve sandviç baskı, solorizasyon, montaj gibi teknikleri de kullanmışlardır. Bu akımın fotoğraf
sanatçıları, ayrıca “an” fotoğraflarında da sürrealizme yönelmişlerdir. Raoul Hausmann, John
Heartfield, Man Ray, Lazslo Moholy-Naghy, Jerry Uelsmann, Paul Citroen gibi sanatçıların yanı sıra
Türkiye’de ise Şahin Kaygun, İsa Çelik, Orhan Alptürk, Nazif Topçuoğlu, Tuğrul Çakar gibi isimler
sürrealist çalışmalar üretmişlerdir.

1950’lerin ortalarında meydana çıkan ve popüler olanı konu eden pop art, Richard Hamilton,
David Hockney, Andy Warhol gibi sanatçıların fotoğrafı kullanması nedeniyle fotoğraftan bağımsız
olarak düşünülememektedir. Varlık nedenini sorgulayan pop art, sürrealizm gibi geleneklere karşı
tavrıyla 20. yüzyıl sanatını şekillendirmiştir.

Pop art,

modern olan, sanayiye ve toplumbilime ilişkin özellikler gösteren ve kentsel nitelikler
taşıyan doğaya özgü yeni bir anlamın keşfiyle ortaya çıkmış “çağdaş gerçekçilik” alanının tümünü
kucaklayan bir akımdır. Bundan dolayı çok geniş bir kesime seslenmiş, batı sanatını etkilemiştir
(Erutku, 1999:58). Pop art, fotoğrafı, modern kültür hakkındaki duygularını ifade etmek için
kullanırken onu sadeleştirmiş, basitleştirmiş, kesmiş, biçmiştir. Fotoğraf kesilerek, gerçekliğe
rastlantısal bir yön verilmiş, gerçeklik parçalanmış ve bu özellikler, çağımız gerçeğini simgelemiştir

Pop art sanatçıları, gazete, dergi ve reklam kupürlerinden kolaj, montaj veya tekrarlarla günlük
ve sıradan olayları ele almışlardır. Halk tarafından anlaşılabilen üretimler yaptıkları için yüksek
sanatla aşağı sanat arasındaki uçurumun kapanmaya başladığı gözlenmiştir.